Turuz masraflarını karşılaya bilmemiz için yeni yılda Turuza destek olmak için [email protected] ile irtibata geçin.
Bağışlarınızı bu E-postaya bildirin: [email protected]
BTC: bc1q0lqs9dhsd6glk4hdslt83fwcrz9uvujk6lrcfl
USD(TRC20):TWrFZBWcvyDfQSA51cvXq52Es8VSHeFwQR
Bank kart bilgileri:
6104 3373 5031 8547
Iran Millet Bank
Anne Qafamda Bit Var-12 Eyül Anıları-Tarıq Akan-2002-198
Anne Qafamda Bit Var-12 Eyül Anıları-Tarıq Akan-2002-198
Tarık Tahsin Üregül
Tarık Tahsin Üregül ya da sahne adıyla Tarık Akan (13 Aralık 1949, İstanbul - 16 Eylül 2016, İstanbul), Türk oyuncu, yapımcı ve yazar.
1970 yılında Ses dergisinin oyunculuk yarışmasına katılarak birinci olmuştur. 1971 yılında ilk sinema filmi Emine ile oyunculuk kariyeri başlamıştır. Bir anda Yeşilçam'ın en yakışıklı oyuncularından birisi haline gelmiştir. Daha sonra 1972 yılında Suçlu adlı filmde oynayan Akan, bu filmle 1973 yılında Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü almıştır. 1973 yılında Yeşilçam'ın en iyi duygusal filmlerinden birisi olarak bilinen Canım Kardeşim (1973) adlı filmde Halit Akçatepe ile başrol oynamıştır. 1974 yılında Ertem Eğilmez'in yönettiği Rıfat Ilgaz'ın aynı adlı eserinden uyarlanan Hababam Sınıfı (1975) adlı filmde Damat Ferit adlı karakteri canlandırmıştır, film 1975 yılında vizyona girmiş ve Türkiye'nin gelmiş geçmiş en iyi filmlerinden birisi olmuştur. Ardından Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı (1976) adlı, serinin ikinci filminde rol almıştır. Film Akan'ın oynadığı son Hababam Sınıfı ve serinin gelmiş geçmiş en çok hasılat yapan filmi olmuştur. Gülşen Bubikoğlu ile oynadığı her filmde büyük başarı elde eden Akan'ın, 1975 yılında yine Bubikoğlu ile birlikte oynadıkları Ah Nerede adlı romantik-komedi filmi büyük başarı elde eder.
1970'li yıllarda oynadığı filmlerle adından sıkça söz ettirmiştir. Boyu, giyinişi ve saç stili ile 70'li yıllara damgasını vurarak Yeşilçam'ın büyük jönleri arasına adını yazdırmıştır. Yeşilçam'ın "cici çocuğu" olarak bilinen Akan, 1977 yılında Zeki Ökten'in yönetmenliğini üstlendiği başrollerini Melike Demirağ ve Tuncel Kurtiz ile paylaştığı Sürü adlı filmde oynamıştır. 70'li yıllardaki tarzından uzaklaşmış, artık bıyıklı olarak film çekmeye başlamıştır. Sürü adlı film ile çok büyük başarı sağlamıştır. Ardından 1978 yılında Cüneyt Arkın ile beraber başrol oynadığı Maden adlı film ile artık her türlü filmde oynayabileceğini kanıtlamıştır. 1982 yılında Şerif Gören ve Yılmaz Güney'in yönettiği Altın Palmiye ödüllü Yol filmi ile çok büyük başarı elde etmiş ve dünyaya adını duyurmuştur. Film 1982 yılında Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye ödülünü alan tek film olmuştur ve Akan, En İyi Erkek Oyuncu kategorisinde aday olmuştur. 1990 yılında başrolünü oynadığı Karartma Geceleri adlı film Yeşilçam'ın klasikleri arasında yer almıştır. Tarık Akan, Altın Portakal Film Festivali adlı ödül yarışmasında yedi
12 Eylül Darbesi veya 1980 İhtilali, Türk Silahlı Kuvvetlerinin 12 Eylül 1980 günü emir-komuta zinciri içinde gerçekleştirdiği askerî müdahale. 27 Mayıs 1960 darbesi ve 12 Mart 1971 muhtırasının ardından Türkiye Cumhuriyeti tarihinde silahlı kuvvetlerin yönetime üçüncü açık müdahalesidir.[2] Bu müdahale ile Süleyman Demirel'in Başbakan'ı olduğu hükümet görevden alındı, Türkiye Büyük Millet Meclisi lağvedildi, 1970 sonrasında değiştirilen 1961 Anayasası uygulamadan kaldırıldı ve Türkiye siyasetinin yeniden tasarlandığı bir askerî dönem başladı. Bu dönem yaklaşık dokuz yıl sürdü. 12 Eylül 1980 ardından partiler lağvedildi, parti liderleri önce askerî üslerde gözetim altında tutuldu, ardından yargılandı.
2010 anayasa referandumunda, değişikliklerin kabul edilmesiyle 13 Eylül 2010 tarihinde çeşitli sivil toplum kuruluşları, sendikalar ve dernekler ile darbe mağduru kişiler 12 Eylül darbesini yapanlar hakkında suç duyurusunda bulundu [3]. Bütün suç duyurularını toplayan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı "Milli Güvenlik Konseyi (MGK) adı altında 12 Eylül 1980'de ülke yönetimine el koyan ve 24 Kasım 1983 yılına kadar bu statüsünü sürdüren askerî cunta yönetiminin hayatta kalan üyeleri, Kenan Evren, Nejat Tümer ve Tahsin Şahinkaya'nın işlediği (A) Nürnberg Şartı ile kabul edilmiş ve tüm devletlerin kendi kanunlarında yer almasa dahi suçun oluşumu halinde takip etmek zorunda oldukları uluslararası hukukun buyruk kuralı niteliğine sahip insanlığa karşı suçlar (B) 765 Sayılı Ceza Kanunu'nun 146, 147, 153, 174, 179, 180, 181. maddeleri kapsamında, insanlığa karşı suçlar ve resen takdir edilecek suçlar nedeniyle haklarında başsavcılık tarafından ceza dava açılması ve haklarında gerekli önlemlerin alınması istemi .." [4] ile 7 Nisan 2011 yılında ilk soruşturma başlattı. 4 Nisan 2012 tarihinde ise darbenin yargılanmasına başlanmıştır.[5][6]
Darbenin gerekçeleri
Siyasi istikrarsızlık
12 Eylül 1980 askerî darbesinin gerekçeleri arasında ülkede yaygınlaşan siyasi cinayetler, ve 6 Eylül günü Konya'da Necmettin Erbakan önderliğinde yapılan ve darbe liderlerinin şerîat amaçlı bir kalkışma girişimi olarak nitelediği Kudüs Mitingi gösterildi. Konya mitingi olarak da bilinen bu mitingde topluluk İstiklal Marşı sırasında yerlere oturmuş ve İstiklal Marşını yuhalamıştır. Miting sırasında sürekli şeriat çağrısı yapılmış, miting devleti protestoya dönüşmüştür. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 22 Mart 1980'de ilk turunu yaptığı Cumhurbaşkanlığı seçimini, 114 tur oylama yaptığı halde darbe gününe kadar sonuçlandıramayarak, halkta demokratik yollarla ülkenin düzlüğe çıkamayacağı inancına yol açtı.[7]
Ekonomik sebepler
12 Eylül öncesi dönemin son Başbakanı Süleyman Demirel'in "70 sente muhtacız" sözü ile özetlenen dış ticaret açığındaki artış ve döviz darboğazı; işsizlik, kıtlık ve işyeri anlaşmazlıkları ile beraber ekonomik sebepleri oluşturur. Aynı zamanda 1980'lere doğru tüm dünyada neoliberal bir ekonomik dönüşüm yaşanmaktaydı. Neoliberal reformları uygulayabilmek için toplumsal muhalefetin olmaması ve baskı ortamı gerekliydi. Amerika Birleşik Devletleri neoliberal politikaları hızlandırabilmek için dünyanın çeşitli ülkelerinde sağ hükümetleri işbaşına geçirmek için askerî darbeleri desteklemekteydi.[8]. O dönemde Türkiye'de yükselen bir toplumsal muhalefet özellikle işçi ve öğrenci hareketleriyle kendini göstermekteydi.[9] Fabrikalarda grevler artmıştı.
Güvenlik sorunları
12 Eylül öncesi ülkede ciddi bir güvenlik sorunu vardı. Yükseköğretim Kurumlarında değişik siyasi görüşler tarafından art arda basılır ve öğrencilerin üniversiteyi boykot etmeleri için baskı uygulardı. Darbe gününden bir gün önceki gazeteler Eskişehir'de kahvenin tarandığını ve bir kişinin öldüğünü, Ankara'da ev basan teröristlerin 2 kişiyi öldürdüğünü, Mersin'de sinema kuyruğunun tarandığını ve 4 kişinin öldüğünü, İstanbul, Gaziantep ve Malatya'da birer kişinin öldürüldüğünü yazar.[10]
Dış siyaset etkenleri
NATO güney kanadının en önemli üyelerinden olan Türkiye'nin siyasi ve ekonomik iktidarsızlığı özellikle ABD tarafından gözleniyordu. 1979 yılında meydana gelen İran İslam Devrimi, ardından aynı yıl içinde Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgal etmesi üzerine Türkiye'nin ABD politikaları için istikrarlı hale gelmesi önem kazandı.[11]
---------------
12 Eylül Darbesi Anıları
BY SADIK CAN · 20 EYLÜL 2012
Hasan Cemal ve Cumhuriyet’in 12 Eylül’ü
ORAL ÇALIŞLAR
Politika / 17/09/2012 Radikal Gazetesi
11 Eylül gecesi Genelkurmay’ın önünden bir tur attık, sonra eve çıktım. Arcayürek’e telefon ettim, “Işıklar yanmıyor, bir şey yok.” Sabaha karşı telefon: “Kalk, sesleri duymuyor musun?”
12 Eylül sabahı neredeydin?
11 Eylül akşamı Yalçın Doğan’daydım. O zaman Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi’ydim. Gece 11 gibi Hürriyet Ankara Temsilcisi Cüneyt Arcayürek’i aradım. O da, “Durum kritik, gelirken Genelkurmay’ın önünden geç, lambalar yanıyor mu bak” dedi. Bir taksi çağırdık, Genelkurmay’ın önünden bir tur attık, sonra Meclis’in yanından Çankaya’ya eve çıktım.
Gelir gelmez telefon ettim, “Baba dedim, hiçbir şey yok, ışıklar da yanmıyor.” “Peki” dedi, yattık. Sonradan öğrendik ki, arka tarafa doğru gitsem, tanklar orada bekliyormuş, ışıklar arka tarafta yanıyormuş. Askerler eski darbelerden tecrübe kazandığı için arka tarafa taşınmışlar. Sabaha karşı telefonla uyandım.
Cüneyt Arcayürek “Kalk ulan kalk” diye bağırdı. “Sesleri duymuyor musun?” dedi. Aynı sitede oturuyorduk. Açtım, takır tukur tank paletlerinin asfaltla vuruştuğu yerden çıkan sesle uyandık o sabah. Saat herhalde 02.30, 03.00. Cüneyt “Hadi kalk büroya gidelim” dedi. Bindik, bir yüzbaşı TRT’nin önünde durdurdu bizi. Cüneyt’i tanıdı, “Aman kapalı bir yere gidin, şu saatte sokağa çıkma yasağı başlayacak” dedi. Sağ tarafta radyoevinin önünde iki tane tank vardı. Rüzgârlı Sokak’ta teleksin başına oturduk. Tam izlenim geçmeye başlarken teleks de sustu. Bir saatte radyoyu açtık. Bildiri okundu önce, Hasan Mutlucan türküleri başladı. Benim ‘Tank Sesiyle Uyanmak’ kitabı gerçektir.
Ankara Cumhuriyet Bürosu…
O zaman çok genç bir büroyduk. 34-35 yaşındaydım. Sedat Ergin 20’li yaşlarında, Füsun Özbilgen öyle, Erbil Tuşalp öyle, Işık Kansu öyle. Ufuk Güldemir… Çok şevkle çalışırdık. İlk toplantıda “Oturun not tutun, tarihi günler yaşıyoruz, 12 Eylül sabahı notlarınızı da bana verin” dedim. Benim kitabın girişindeki notlar onlardandır. Bir karar aldık ve dedik ki “Bu dönem bitip, siyaset serbest kalıncaya kadar, hapiste olan olmayan siyasiler aleyhine bir haber yapmayalım.” Bunu maalesef bir kişi ihlal etti, Uğur Mumcu’dur bu. O Meclis’in ne kadar kötü bir Meclis olduğunu, siyasetin ne kadar kirlendiğini, Meclis tutanaklarından hareketle bir dizi yaptı. Bu beni rahatsız etti. Çoğumuzu rahatsız etti. Çünkü bu yazılar bana göre adeta darbeyi meşrulaştırdı. Bunu ben çok önemserim çünkü genel yayın yönetmeni olduktan sonra da bu tavrımızı sürdürdük. Davalar başladığı vakit iddianameleri verdik. Türkeş’in, Erbakan’ın dahil savunmalarını verdik.
Benim de bir mektubum var sana o dönem.
DİSK çiçek göndermişti. Erbakan da. Çünkü o dönem iddianameler çarşaf çarşaf veriliyordu, savunmalar es geçiliyordu. Milliyet’te böyle yapıldığını gördüğüm için çok tepkiliydim.
Çağırıyorlar mıydı sizi uyarmak için?
Tabii. Orada iki tür uyarı vardı. Bir sıkıyönetim bildirileri yayımlanırdı, onları koymak zorundaydın. Recep Ergun Ankara Sıkıyönetim Komutanı’ydı. O brifing verir, istikamet verirdi. Bizim ilk kapatılmamız, Türkiye çapında, İlhan Selçuk’un “Kemalizm muz mudur?” yazısından olmuştu. Darbeyi ilk gerçek yüzüyle gösteren İlhan Erdost’un dövülerek öldürülmesi çok çarpıcı bir haberdi. Çok korkunç bir olaydı. Kardeşi öldürüldü, Muzaffer Erdost serbest bırakıldı. Bir gün önce olmuştu olay. Yüzü gözü çürük içindeydi. Onunla konuşmak, bize darbeyi hatırlattı.
Bu arada Cumhuriyet gayet mesafeli duruyordu 12 Eylül’e karşı. O zaman dik durmak, İlhan Erdost’un ölüm haberinin birinci sayfada çıkmasıydı. Bir tek bizim gazetede çıktı, çünkü koyamıyordu kimse. İdamlar başladı, ilk olarak Erdal Eren’in infaz haberinin konulması çok önemliydi.
Biz hep bir takım şeylerin dikine gitmeye başladık. Altan Öymen’in siyaset yapması yasaktı, biz 1. sayfada yazdırmaya başladık. Sonra siyaset yazması da yasaklandı. Hatta Haydar Saltık’tan geldi talimat. Sonra aklımıza Altan Abi’yi Atina’ya göndermek geldi. Gitti Yunanistan’a, her gün manşetten “Yunanistan’da seçim var” klişesinin altında yazı yazıyordu. Dördüncü, beşinci gün Haydar Saltık telefon etti. “Kes bu diziyi, Yunanistan’da seçim var, burada yok demek istiyorsun” dedi.
84’te Şemdinli ve Eruh oldu. PKK baskını. Rıza Ezer’i yolladık. Fotoğraflar geldi, korkunç. Her tarafta operasyon yapılıyor, köyler basılıyor, duvara yüzlerini dönmüş köylüler. Ertesi gün bu fotoğrafları birinci sayfadan yorumsuz verdik.
Hiç unutmam, Necip Torumtay çağırdı. “Siz Türk ordusunu işgal ordusu gibi göstermişsiniz” dedi. Daha ilginci referandum hazırlanırken, “hayır” oylarının rengi maviydi. Bir noktaya kadar bütün fikirler serbest dediler, bir noktadan sonra sadece evet propagandası yapılacak dediler. Bir nokta geldi kestik muhalefeti. 20 küsur çok iyi eleştiri makalesi yazmıştı Uğur Mumcu. Baktım bizim karikatürcüler, İsmail Gülgeç, Behiç Ak, Tan Oral her gün aynı karikatürleri yapıyor. Atatürk’ün gözleri mavi, deniz mavi, gökyüzü mavi. “Nedir bu mavi” deyince, hepsi tuhaf tuhaf baktı. İsmet Berkan, Ümit Kıvanç, Alev Er, Umur Talu baktı yüzüme. Dediler ki, “Mavi yazamıyoruz, muhalefetimizi böyle gösteriyoruz”.
Derken, 1. Ordu’dan Ekrem Dinç aradı, “Maviden söz etmek de yasak artık” dedi. O arada USA Today diye bir gazete yeni çıkmıştı ve mavi logoyla çıkmıştı, Yeni Asır da bunu taklit etmişti. Yeni Asır’ın logosu da kırmızıya çevrildi. Daha da ilginci bir sabah uyurken, telefon; Ümit Kıvanç. “Ağabey mavi haberi çıktı, gırgır olsun diye bir haber yazmıştık. Haberde belediye otobüslerinin biletleri maviymiş, referandum var diye o biletler imha edilmiş diyorduk.” “Eee” dedim, “haber doğru”. “Değil” dedi. Gırgır diye yapmışlar, birinci sayfadan girmiş. “Allah belanızı versin” deyip gittim, akşama kadar bekledik. Bir şey çıkmadı.
Tercüman ve onun temsil ettiği muhafazakâr sağ ilk başlarda darbeyi desteklemişti. Adalet Partililer siyaseten yasaklıydılar ama sindiler. Çünkü o dönem Tercüman’ın başyazıları askerin solu ezeceğini ima ediyordu, Tercüman bu konuda başı çekmişti. Orada 19 ya da 17 Kasım günlü yazısına bak Nazlı Ilıcak’ın. Anayasa referandumu gelirken, ben Güniz Sokak’ta Çağlayangil’le görüşmeye gittim, “Karşı çıkmayacak mısınız” diye sordum. “Neden yapalım?” dedi. Bu ne zaman bozuldu biliyor musun, partilerin kapatılması ve siyaset yasakları haberi geldiği anda. Ondan sonra darbeye karşı mücadeleye başladılar.
Cumhuriyet’in kapatılmaları?
‘83 Ocak ayıydı ve gazete kapatıldı. Hiçbir gerekçe gösterilmedi. Ben Sıkıyönetim’e sorduğum vakit, “Uyumsuzluk” dediler. Hemen arkasından da Nadir Nadi hakkında ağır hapislik bir dava açıldı. Selimiye’deki Sıkıyönetim Mahkemesi’nde. O zaman anladık ki, o yazıdan dolayı kapatılmışız. O yazı da, Nadir Nadi tarafından 27 Mayıs 1960 darbesi döneminde yazılmış bir eleştiri yazısıydı. 12 Eylül darbe yönetimi Dil Tarih Kurumu’nun statüsünü değiştirince Nadir Bey 20 yıl önceki yazıyı bir daha bastı. Ondan dolayı kapatıp dava açtılar. Nadir Bey o zaman 70’ini geçmişti. Öyle bir zamanlama ki ofset için ısmarladığımız matbaa makinesinin bedelini transfer etmiştik. Bizi batırmak için bunu yaptılar. 20 küsur gün kapalı kaldık.
12 Mart darbesi döneminde gayet mutluydu sağ. Çünkü o darbe solu ezdi. Hatırlasana “Üçe üç” diye idama gönderdiler Denizleri.
12 Mart döneminin bütün uygulamalarına evet demişlerdi. 12 Eylül’ün rejim değişikliklerine de onay verdiler. Soğuk savaş döneminde muhafazakârlar anti-komünizm için Amerika’nın yanında gittiler. Kanlı Pazar nasıl başladı? Mehmet Şevki Eygi’nin yazıları sonunda Beyazıt Meydanı’nda gençleri bıçakladılar. Her seferinde derin devletle birlikte hareket ettiler. Farklı olan, biz yaşadıklarımızı yazdık, onlar yazmıyorlar. Bugün baktığın vakit, hapisteki gazeteciler, Uludere, Kürtlerin eşitlik talebi, yer isimlerini değiştirmek… Hangisine kımıldıyorsun?
Gazeteci Mete Çubukçu’nun mektubu
“12 Eylül 1980 günü benim de içinde bulunduğum harp okulu öğrencileri subay olmak için yemin ettik. 1981 sonunda ise orduda tasfiyeler başladı. Türkiye’de sivil hayattaki toplum mühendisliği, daha ağır biçimde orduda da gerçekleştirilmek istendi. Yüzlerce askeri öğrenci nedensiz biçimde harp okullarından atıldı. Tabii ki bizler demokrat insanlardık. Ama bize yönelttikleri suçlamalar yapaydı. Dava açmak için gerekçe bile bulamadılar. Hiçbir mahkeme, askeri mahkemeler dahil dava bile açmadı, açamadı. Amaç bizleri tasfiye etmekti. Bizi harp okulundan acele biçimde attılar. Kontrgerillanin merkezi olan Dil ve İstihbarat Okulu’nda gözlerimiz bağlı olarak günlerce sorgulandık. Sonra emniyete, oradan da Mamak Askeri Cezaevi’ne yolladılar. Mamak’taki cezaevi müdürü Albay Raci Tetik’i biz de tanıdık. Ardından serbest kaldık. Bazı öğrenciler ve subaylara işkence yapıldı. Manevi olarak zor günlerdi. Evren bizler için “hainler” kelimesini kullanmıştı. Kimin hain olduğunu görmek için 32 yıl beklemek zorunda kaldık. Subaylar haklarını aldı. Öğrenci olanlara da haklar verilmeli. Bunun için mahkemelerde mücadele veriliyor.”
Tercüman
Tercüman’ın başyazısında Güneri Cıvaoğlu der ki, “Kamu vicdanını rahatlatmak için bir iki darağacı kurulmalı”. 12 Eylül’de necip Türk basını selama durmuştur. Onlar selama dururken dik duran da Cumhuriyet gazetesi olmuştur. Cumhuriyet siyasi yasakların kaldırılması için 1987’de referandum yapıldığında “Siyasi yasaklar kalksın” diyen tek gazetedir.
Demirel’in o zaman söyledikleri de müthiştir bize. 1985 yılında daha sıkıyönetim kalkmamışken, Evren bir konuşma yaptı. Ağır biçimde eleştirdi Demirel’i. Demirel de buna karşı bir demeç verdi. Bana da telefon etti. Sıkıyönetim’den telefon geldi. “Koymayın demiyoruz ama sonucuna katlanabilirsiniz” dediler. Öbür genel yayın yönetmenleri aradı. “Kardeşim ben koyacağım” dedim. 8 sütun çektik, “Evren’e karşı Demirel” diye. Bu yayın birçok şeyi yırtan adım oldu. İlk defa olmuştu bu o zaman.
Ve bu 87 referandumunda Turgut Özal ‘büyük demokrat’, meydan meydan askeri darbenin siyaset yasağını destekledi. Sadece bu boyutuyla değerlendirmiyorum Özal’ı ama siyaset yasağını savunmak demokrasinin neresinde var? Nitekim sonradan bunu kabul etti. “Üç hatam” diye anlattı: “Biri anayasa referandumunda hayırı savunmak, ikinci yanlışım Semra Özal’ın İstanbul il başkanı olmasına izin vermek, üçüncüsü de bu.”
--------------
Sinema sanatçısı Tarık Akan, 12 Eylül 1980 askerî darbesinin hemen ardından, 1981 başlarında, Almanya’da yaptığı bir konuşma yüzünden yurda dönüşünde tutuklandı. Tutuklanmanın nedeni, sağcı bir gazetenin manşete çıkardığı yanlı ve yalan haberdi. Böylece uzun bir yargılanma süreci başladı. Siyasî Şube, sorgulanmalar, itilip kakılmalar, aşağılanmalar, soğuk hücreler, bitli fareli koğuşlar, sağcılar, solcular, devrimciler, idamlıklar…
Uzun zaman sonra aklanıp serbest kalan Tarık Akan, aradan yıllar geçse de o günlerin baskılarını, acılarını unutamadı ve sonunda yaşadıklarını yazıya döktü. Anne Kafamda Bit Var, o zorlu günlerin bir tutanağı. Bu kitapta anlatılanlar, özellikle 1970’lerin ikinci yarısından başlayarak Türk sinemasının nitelikli filmlerinde unutulmaz oyunlar çıkaran Tarık Akan’ın az bilinen bir yönünü ortaya çıkarıyor.
Anne Kafamda Bit Var’da, 12 Eylül dönemindeki yargılanma sürecinin yanı sıra Atıf Yılmaz ve Şerif Gören gibi yönetmenler, ünlü hukukçu Burhan Apaydın gibi pek çok tanınmış ad ve önemli olayla ilgili anılar da yer alıyor; Yılmaz Güney cezaevindeyken gizli saklı çekilen Yol filminin serüveni de anlatılıyor.
“Sana hiçbir şey olmayacak, göreceksin bak. Elini kolunu sallayarak dışarı çıkacaksın.”
Uçak havaalanına yaklaşırken Müjdat (Gezen) beni yatıştırmaya çalışıyordu. Onu duymuyor gibiydim. Tutuklanacak olursam onun neler yapması gerektiğini düşünmeye çalıştım; tanıdık birkaç kişinin adını saydım.
“Onları hemen ara, avukatımı devreye sok,” dedim; bir de bütün gazeteleri aramasını tembihledim.
Pencere kenarında oturuyordum, Müjdat yanımdaydı. Almanya’dan birlikte döndüğümüz kafilenin öbür elemanları da uçaktaydı. Üst üste viski içtiğimi anımsıyorum. Sık sık dışarı bakıyordum. Heyecanlıydım. Yerde beni nelerin beklediğini bilmiyordum. Uçak inişe geçti. Arkama dönüp baktım. Halit (Kıvanç) Ağabey’le işaretleşerek selamlaştık. Perran (Kutman), ‘güçlü ol, telaşlanma, arkandayız’ anlamında yumruğunu sıkıp öpücük yolladı. Hürriyet gazetesi yazı işleri müdürü de bizimle birlikte uçaktaydı.
Durduk. Herkes hareketlendi, ben bir türlü yerimden kalkmak istemiyordum. Gönülsüzce, ağır ağır hareket ediyordum. Müjdat’a döndüm:
“Beni götürürlerse bavulumu sen al,” dedim. “Bavulla şubeye gitmek istemiyorum. Yan ceplerinden birinde telefon defterim var, onu yok et” Yolcular birer ikişer uçağı terk etti. Çevremdekilere baktım. Halit Ağabey ile Perran dışındakilerin kaçamak ve korkak bakışlarıyla karşılaştım Göz ucuyla süzüldüğümü hissediyordum. Suçlayıcı tavırlar ve bakışlar diki atimi çekti. Öyle telaşlıydım ki daha uçaktan çıkmadan polislerin gelip beni götüreceğini sanıyordum.
Korktuğum şimdilik başıma gelmemişti. Uçağa yanaştırılan körüğün içinden yürüdüm, koridorlar geçtim, köşeler döndüm. Sürekli çevreme bakmıyor, sivil polis arıyordum. Şimdi şuradan çıkacak diye bekliyordum, ama yoktu işte. Yanımda Müjdat vardı. O da heyecanlı görünüyordu.
Kuyruğa girmiş insanların ardına eklendim. Bir anda kravatsız ama takım elbiseli iki kişi dikkatimi çekti. Bana bakıyorlardı. Pasaport kontrolü için benim girdiğim sıranın ucundaki polis kulübesinin yanına geldiler. Oradan da doğrudan bana yöneldiler. Gözlerini üstüme dikmişlerdi. Artık emindim; bunlar sivil polisti. Tüm hareketleri ağır çekim görmeye başladım.
“Tarık Bey, sizi şöyle alalım; pasaportunuzu verin, biz hallederiz…”
Konuşacak halim kalmamıştı. Havaalanının ortasındaki karmaşa ve gürültüde siyahbeyaz ve hareketsiz dikiliyordum. Bu manzaradan makasla oyulup çıkarılmış, başka bir deftere yapıştırılmıştım.
Müjdat benimle konuşan polise döndü: “Bir sorun mu var memur bey?” Polisler onu duymazdan geldiler, hiçbir şey söylemediler. Pasaport kuyruğu uzuyordu ve birlikte geldiğimiz kafıledekiler sadece bakıyorlardı. Derker. polisin sesini yeniden duydum:
“Hakkınızda tutuklama emri var.”
“Hangi nedenle? Ne olmuş ki?”
Soruyu gene Müjdat sormuştu. Polisler bilgi vermemekte kararlı görünüyorlardı; koluma girdiler, kuyruktan çıktık. Beni pasaport kulübelerine sokmayacaklarını anladım. Yürüdük. Yanda, üstünde ‘Emniyet Odası’ yazılı odayı gördüm. Hemen, beni arka taraftan çıkaracaklarını düşündüm. Birden,
“Bavullarım var; bavullarımı almalıyım,” deyiverdim.
Bunun üzerine beni pasaport kulübelerinin yanına götürdüler. Bir polis pasaportumu aldı, herkesin önüne geçti, pasaportumu uzattı. Kuyrukta sıra beklememize gerek kalmadan, polisle birlikte salona gittik, bavulların döndüğü yürüyen bandın önünde beklemeye başladık.
Önce pasaportu alan polis, sonra yavaş yavaş yolcular geldiler. Müjdat’ın biraz telaşlı ve şaşkın olduğu dikkatimi çekmişti. Polise bir şeyler daha sordu:
“Tarık’ı nereye götürüyorsunuz?”
“Emir var, başka bir şey bilmiyoruz.”
Gene elde var sıfırdı. Beklemeye koyulduk. Uzunca bir ara geçti. Müjdat dayanamadı:
“İyi ama, nereye götürdüğünüzü de mi bilmiyorsunuz?”
Polis bu kez yanıt verdi ama önce bizi şöyle bir güzel bekletti. Uzunca bir aradan sonra,
“Birinci Şube’ye,” dedi.
Bir koşturmadır gidiyordu; insanlar kendi dertlerinin peşine düşmüşler, ellerinde paketler, çantalar, bavullarla dükkânlara giriyor, çıkıyor, görevlilere bir şeyler soruyor, bir yerlere yetişmeye, bir şeyleri kaçırmamaya çalışıyorlardı. Aslında geçip gidenlerin evlerine ya da otellerine varmak dışınna hiçbir şey umurlarında değildi. Bazen birileri acıyarak bana bakıyordu ya da belki bana öyle geliyordu.
“Abime söyle, evi boşaltsın,” dedim Müjdat’a.
‘Demiryol filmi için Ankara Makine Kimya Enstitüsü’nden aldığım fünye ve kitaplığımdaki yasaklanmış kitaplar gelmişti aklıma. Silahımı bulmalarını da istemiyordum.
Müjdat’la sürekli konuşuyorduk. Neler yapılmalıydı? İlk aklımıza gelenler, olasılıklar ve daha bir sürü acele ve heyecan sonucu türeyen düşüncelerdi. Bir ara Müjdat, polise;
“Tarık’ın hiçbir suçu yok; Tercüman gazetesinin yalan yanlış başlığı yüzünden oluyor bütün bunlar,” dedi.
Sigara üstüne sigara içiyordum.
Bavul bekleme yerinde tanıdık birileri var mı diye bakıyorum, sanatçı arkadaşları görüyorum. Onlar da beni görüyorlar. Merak ve dikkatle tanıdık bir yüz aradığım halde bakışlarımızın bu buluşmasından rahatsız olmuştum. Aradığım neydi bilemiyorum; belki bir tür destek, yüreklendirme, ya da ne bileyim, çıkışta görüşürüz, meraklanma, mesajı. Ama bazılarında, “Tarık Akan tutuklandı!” diye bir ağızdan bağırma isteği var gibiydi.
bir ara, Müjdat ve Halit Agabey’le birlikle yanımda duran Hürriyet gazetesi yazı isleri müdürüne döndüm (Nezih Demırkent)
‘”Ahi, gazeteniz yazar artık olup biteni, hem bu benim için bir savunma da olur.” dedim
Böylece Hürriyet’in desteğim almış olacaktım
Yazı işleri müdürü rahat görünüyordu Hiç düşünmeden,
“Sen hiç merak etme, gereken her şey yapılacaktır,” dedi
(Dedi ama, Selimiye’den salıverıldıgımde tutuklanma haberim dışında benimle ilgili en ufak bir yazı yayınlanmamış olduğunu öğrendim )
Bavullar gelmeye başladı Buradan sonra nereye gideceğimi, beni nelerin beklediğini bilmediğimden, bavulum ne kadar geç görünse o kadar iyidir, diye düşünüyordum Hoş, zaman kazanmakla elime ne geçeceğini de bilmiyordum ya, gene de artık yönelmiş olduğum belirsizliğe doğru gidişimi geciktirebilmenin peşindeydim Ama o konuda da şanssızdım işte; bavulum ilk birkaç bavulla birlikte çıkıp gelmişti. Bozuldum. Gözümle izliyordum, yaklaştı, yaklaştı; alayım mı. almayayım mı, alayım mı almayayım mı… Almadım Önümden geçip gitti. Bavulum önümden yedisekiz kez geçti. Müjdat kendininkini almış, beni bekliyordu. Bavullarını alan gidiyordu. Bavullar iyice azalmıştı. Müjdat.
“Seninki nerede?” dedi. “Çıkmadı mı?”
Ona durumu açıklamak yerine, bilmiyorum diye dudak işareti yaptım.
Biraz daha znman geçti Yanımdaki polislere döndüm:
“Benim bavulumu Müjdat alsın, şubeye bavulla gelmeyeyim,” dedim.
Polisler kabul ettiler. Hemen bavulumu aldım, Müjdat’ın el arabasına koydum. Ağır ağır, amaçsızca hareket ediyordum, havaalanından ayrılmak istemiyordum. Polis şöyle bir kolumu dürttü. Müjdat, Halit Ağabey, ben ve polisler hiç konuşmadan dışarı çıktık.
Beni tanıyanlar oluyordu; gülenler, el sallayanlar…
Üstüme bir suçluluk duygusu yapışmıştı, kurtulamıyordum. Suratım asıktı. Gözlerim sürekli tanıdık birilerini arıyordu.
Çıkış kapısında üç sivil polis daha belirmişti. Müjdat’la öpüştük. Gözlerine baktım, ayrıldık. Saat beş buçuğa geliyordu.
Açık mavi, sivil plakalı, kısa burunlu bir minibüse bindim. Kapının karşısına denk gelen yerdeki koltuğa oturdum; şoförün arkasına, cam kenarına. Yanıma pasaport işlemlerimle ilgilenen polis oturmuştu. Bir tanesi en öndeki tek kişilik koltuğa, elinde Akrep taşıyan üçdört polis de arkamdaki koltuklara yerleştiler. İşin ciddiyetini biraz daha hissettim.
Öndeki polis, telsiziyle talimat geçti:
“…numaradan …numaraya…” Biraz sonra yanıt geldi:
“Dinlemedeyim.”
“Müdürüm, malı aldık, yola çıkıyoruz.”
“Anlaşıldı, tamam.”
Hareket ettik. Önümüzdeki araba, içindeki dört kişiyle sivil plakalı beyaz bir Renault’du.
Bir ara arkama baktım; bir Renault da arkamızdan geliyordu. Öyle sıkı bir ablukaya alınmıştım ki, neredeyse kendimden kuşkulanacaktım
Neden bu kadar güvenlik önlemi aldıklarım çözemedim. Sıkıntı bastı. Sakinleşmek için yinelediğim sözler anlamını yitirmişti, kötümserliğe teslim olmuştum. Gittikçe karamsarlaştım. Londra asfaltına çıktık. Hiç kimse konuşmuyordu. Ben bir şeyler söyledim sonunda; kısa sorular. Yanıtlar da çok kısa oldu. Onlara sigara tuttum. Hepsi aldılar. Havayı biraz yumuşatmak istiyorum; ben size iyi davranıyorum, siz de bana iyi davranın, demeye getiriyordum. Olmaz ya, olsun istiyordum.
Bir ara, minibüsü incelemeye başladım. Hep yaptığım şey. Araçtan normalin üstünde gürültü geliyordu; aşağı baktım, bastığım yerler çürümüştü, egzoz patlaktı, koltukların yayı kırık, döşemeleri yırtıktı.
“Dökülüyor bu minibüs,” dedim. “Geceniz gündüzünüz yok, aldığınız az buz sorumluluk değil. Keşke daha modern araçlarla çalışabilseniz.”
O anda neler düşündüler bilemiyorum, ama söylediklerimde samimiydim. Ortalık biraz yumuşar gibi oldu. Araya uzun sessizlikler girse de karşılıklı sorular soruldu. Telsiz sürekli açıktı, bir kulağım oradaydı. Hangi semtten geçsek “Şimdi şurayı geçtik!” “Anlaşıldı!” “Şimdi burayı geçtik!” “‘Anlaşıldı!” seslerinin eşliğinde ilerliyorduk. Polislerle sohbet koyulaşmaya başlamıştı. Havadan sudan konuşuyorduk ama arada ciddi sorular da geliyordu. Ağız aradıklarını anladım. Yer belirleme konuşmaları bir ara kesildi. Telsizin öbür ucundaki ses sordu:
“Neredesin Neredesin?”
“Şu anda Mecidiyeköy’deyiz müdürüm, on dakika sonra oradayız.”
Ve Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü göründü. Ana kapıdan İçeri girdik. Sola kıvrıldık. Birinci Şube tabelasının önünde durduk. Kapıda bizi bekleyen beşaltı kişi vardı; biri kısa boylu, esmer, çok sert yüzlü, kravatlı, ötekiler kravatsız, kot gömlekli. Arabadan indiğim an koluma giren polis beni giriş kapısından içeri soktu. Sert yüzlü kravatlı olanın yanından geçerken, adam,
“Geç bakalım Tarık,” dedi; kalın bir sesti.
Büyük kapıdan içeri girdiğimde karşıma büyük bir salon çıktı. Salonda, oturulacak yerlerin dışında banka veznesi biçiminde camlı bir bölme vardı. Yandaki kapıdan bu bölmeye sokuldum.
Kravatlı, kalın sesli, sert yüzlü adam, içerideki masanın yanında dikilmişti. Bana:
“Üstünde ne var ne yoksa hepsini masaya koy!” dedi.
Söylediğini yaparken bir başka polisin ona ‘Müdürüm’ dediğini duydum. Hemen, çabucak bir daha bakıp bu sert görünüşlü adamı inceledim.
Saatimi, kemerimi, her şeyi masanın üzerine koydum. Üzerimde 10.000 mark vardı; hepsi yüzlük bir demet para. Onları da masanın üzerine bıraktım. Müdürün gözleri açıldı.
“Kaç para var orada?”
“10.000 mark,” dedim.
Müdür,
“Neden bu kadar çok parayla dolaşıyorsun; nereden buldun?” gibi sorular sordu. Parayı Egemen Bostancı’dan almıştım.
Müdür yüzüme baktı, sonra polise döndü:
“İşlemleri hızla bitirin. Parayı kasaya koyun, emanete alın. Tarık’ı da yan tarafa alın, beklesin,” deyip gitti.
Öteberimi kaydederek bir naylon torbaya koydular. Türk paralarını bana verdiler,
“Bunlar sana gerekli olacak, cebine koy,” dediler.
Pek bir şey anlamadım, ama aldım. Sonra beni bu camlı bölmeden çıkardılar. Dar ve uzunca bir koridora geldik, sağlı sollu kapılar vardı. Biraz yürüdüm. Tam karşıdan, gözleri bağlı bir genci getiriyorlardı. Biri kolundan tutuyordu. Kenara çekildim, yanımızdan geçtiler. Bir an tutulup kaldım sanki, hiçbir şey düşünemedim, arkama bakamadım bile. Neler oluyordu böyle, hiçbir şey anlayamıyordum. Yalnızca korku hissediyordum, gittikçe büyüyen bir korku.
Beni bir odaya soktular. İçerde kimse yoktu. İki çelik masa, daktilolar, dosya dolapları görüyordum. Polis beni bir sandalyeye oturttu, gitti. Uzun bir süre orada kaldım. Sürekli birileri giriyor, bir şeyler yapıyor ve gidiyordu.
Akşam saat yedi ya da sekiz sularında müdür geldi. Sakin görünüyordu. İkimiz de ayaktaydık. Olayın nasıl olduğunu sordu. Hemen büyük bir telaşla bütün oyunculuk yeteneğimi ortaya koyarak en inandırıcı rolümü oynamaya başladım. Acele acele Tercüman gazetesinin yanlış bir başlık attığını, yanlı bir haber hazırladığını, hiçbir
Anne Qafamda Bit Var-12 Eyül Anıları-Tarıq Akan-2002-198 | |||
---|---|---|---|
Okuma
İndir
Turuz hayatta kalmak için, Yardım Edin |
|||
Boyut: 800.48 KB | Dosya Türü : Pdf | İzlenme Say : 635 | Başarısızlık Raporu |