Turuz masraflarını karşılaya bilmemiz için yeni yılda Turuza destek olmak için [email protected] ile irtibata geçin.
Bağışlarınızı bu E-postaya bildirin: [email protected]
Bank kart bilgileri:
6104 3373 5031 8547
Iran Millet Bank
Hepimiz Yamyamız-Claude Levi-Strauss-Çev-Xaldun Bayrı-2013-170s
Hepimiz Yamyamız-Claude Levi-Strauss-Çev-Xaldun Bayrı-2013-170s
Claude Lévi-Strauss gibi "uzaktan bakma"yı tercih ettiğini açıklamış bir antropolog günlük bir gazeteye yazı yazacak olsaydı ortaya nasıl bir toplam çıkardı?
Hepimiz Yamyamız Lévi-Strauss'un 1989-2000 yılları arasında İtalyan La Repubblica gazetesine yazdığı yazılardan oluşuyor. Yeri geldiğinde "deli dana" hastalığı veya Lady Diana'nın ölümü gibi güncel konulardan hareket eden bu yazılarda, bir yandan antropolojinin ana temaları ele alınıyor, bir yandan da modernliğin getirdiği "yeni" sorunlara daha geniş bir perspektiften bakılıyor. Lévi-Strauss'un duru bir dille kaleme aldığı konular arasında ilerleme ve ilkellik, mitik düşünce ve ensest yasağı üzerine görüşler, aile ve akrabalık ilişkileri, toplu yaşamın kökeni ve kadın cinselliği hakkındaki biyolojik spekülasyonlar üzerine eleştirel notlar, Noel kutlamalarının yaygınlaşmasının nedenleri veya yamyamlığın Batı'ya ait bir fantazi olup olmadığı gibi sorular, Poussin'in bir tablosu ile Amerika yerlilerinin mitosları arasındaki tematik ilişki yer alıyor.
Editörden:
"Neden Claude Lévi-Strauss, neden Hepimiz Yamyamız?" soruları üstüne biraz düşününce, kestirmeden şöyle bir cevaba ulaşıyorum:
Vakit ve imkân olsaydı, oturup bütün kitaplarını okuyacağım, her yazdığını satır satır anlamaya çalışacağım yazar veya düşünürlerin başında geliyor Lévi-Strauss. Üstelik sadece günümüze hükmeden soruları sorduğu, günümüz düşünce kültürünün başat tematiğini belirlediği için de değil. Metinlerinde hep bulduğumuz o okuma zevki, zekâ parıltıları ve sistemli düşüncenin güzel örnekleri dolayısıyla aynı zamanda. Hepimiz Yamyamız’ın bir diğer güzel yanı da, yazarın engin kültürünü içinde yaşadığı dünyayı anlamak için kullanıyor ve bu çabasını yine arı duru bir dille ifade ediyor olması. Kısacası, Lévi-Strauss’u yayımlamak benim için işle zevki, emekle hazzı birbirine karıştırmak olduğu için. Savaş Kılıç
İÇİNDEKİLER
Önsöz
Noel Baba'nın Çilesi (1952)
"Her Şeyleri Ters"
Tek Bir Kalkınma Tipi mi Vardır?
Toplum Sorunları: Kadın Sünneti ve Suni Döllenme
Yazar Kitabını Tanıtıyor
Etnoloğun Mücevherleri
Sanatçı Portreleri
Montaigne ve Amerika
Mitik Düşünce ve Bilimsel Düşünce
Hepimiz Yamyamız
Auguste Comte ve İtalya
Poussin'in Bir Tablosunun Teması Üzerine Çeşitlemeler
Kadın Cinselliği ve Toplumun Kökeni
Deli Danaların Hikmeti
Dayının Dönüşü
Yeni Mitosla İspat
Corsi e ricorsi. Vico'nun İzinde
OKUMA PARÇASI
Önsöz, Maurice Olender, s. 9-10.
Bu kitabı oluşturan yazıları, Claude Lévi-Strauss, İtalyan gazetesi La Repubblica'dan gelen bir teklif üzerine 1989 ile 2000 yılları arasında kaleme almıştır. Böylece Fransızca yazılmış, ama daha önce yayımlanmamış 16 metinden oluşan bir bütün meydana gelmiştir.
Her seferinde güncel bir olaydan yola çıkan Lévi-Strauss, yazılarında çağımızın büyük tartışma konularından bazılarını ele alıyor. Ama ister "deli dana" adı verilen salgın hastalık hususunda olsun, ister (beslenme ya da tedavi amaçlı) yamyamlık biçimleri, ister kadın ya da erkek sünneti gibi ritüel uygulamalara bağlı ırkçı önyargılar hususunda olsun, etnoloğumuz bizi, göz önünde cereyan eden toplumsal olguları anlamaya davet ediyor ve Batı modernliğinin kurucu anlarından biri olan Montaigne'in eserini zikrediyor: "Herkes kendi alışık olmadığı şeye barbarlık der" (I, 31).
Lévi-Strauss her alışkanlığın, her inancın ya da örfün, "ne kadar acayip, sarsıcı, hatta başkaldırtıcı görünürse görünsün", kendi bağlamı içinde açıklanabildiğini ileri sürüyor. 1992'de, Montaigne'in ölümünün 400. yılı vesilesiyle, antropoloğumuz, halen güncelliğini korumakta olan bir felsefi tartışmayı başlatıyor: "Bir yanda, tarihteki bütün toplumları eleştiriye tabi kılan ve rasyonel bir toplum ütopyası besleyen bir Aydınlanma felsefesi. Diğer yanda, bir kültürün farklı kültürleri yargılama hakkını kendinde görebilmesini sağlayacak her türlü mutlak kıstası reddeden rölativizm. Montaigne'den beri, ve onu örnek alarak, bu çelişkiye bir çıkış aranmış durulmuştur."
Adını içindeki bir başlıktan alan bu kitap da, Claude Lévi-Strauss'un tüm eserleri gibi, "mitik düşünce ile bilimsel düşünce" arasındaki ayrılmaz bağları vurguluyor — bununla birlikte ikincisini birinciye indirgemiyor. Karmaşık denen toplumlar ile haksız yere "ilkel" ya da "arkaik" denen toplumlar arasında uzun zamandır sanıldığı kadar büyük mesafe olmadığını hatırlatıyor. Bu tespit bir yol ve yordamdan, başka deyişle de gündelik olana dair makul bir yaklaşım olma isteğindeki bir yöntemden doğmaktadır: "Uzaktaki yakındakine ışık tutar, ama yakındaki de uzaktakine ışık tutabilir."
Kitabın açılış metni olan ve 1952'de Les Temps modernes dergisi için yazılmış "Noel Baba'nın Çilesi"nde, o gözlem tipi, yakındakiyle uzaktakinin birbirine ışık tuttuğu o "bakış pratiği" söz konusudur. Bu metinde, Batı'da nevzuhur bir ritüel hakkında Claude Lévi-Strauss şöyle yazmaktadır: "Bir etnoloğun, bu şekilde, kendi toplumu içinde bir ayin usulünün, hatta bir ibadetin aniden yayıldığını gözlemleme (...) fırsatını bulması, her gün olacak bir iş değildir." Temkini elden bırakmayarak derhal, kendi toplumlarımızı anlamanın hem daha kolay hem daha zor olduğunu ekler: "Kolaydır, çünkü tecrübenin devamlılığı her ânıyla ve bütün ince ayrımlarıyla korunmaktadır; zordur, çünkü en küçükleri de dahil olmak üzere toplumsal dönüşümlerin son derece karmaşık olduğunun ayırdına ancak böyle çok nadir vesilelerle varılır."
20. yüzyılın son senelerinin izini taşıyan bu makalelerde, büyük antropoloğun basiretini ve uyarıcı karamsarlığını buluyoruz. Otuzdan fazla dile çevrilen eseri, artık 21. yüzyılın başlangıcına damgasını vurmaktadır.
Devamını görmek için bkz.
ELEŞTİRİLER GÖRÜŞLER
Ömer Erdem, "Yamyam ve dayılık", Radikal Kitap, 21 Şubat 2014
Onun Paris’te sıradan bir insan gibi belediye otobüsüne bindiğini okuduğumda hiç şaşırmamıştım. Bir antropolog, bir filozof ancak böylesi bir şairanelik içinde kaldıkça diri tutabilirdi zihnini. Hem hayat her an bir süreklilik değil miydi? Hangi mitin hangi davranışla, belki şu otobüs durağında birden ışıyıvermeyeceği nereden kestirilebilirdi? “Zaman, insanların duyduğu aşk ve nefretlerden, bağlanmalardan, mücadeleler ve arzulardan bir şey eskitmiyor, onlara bir şey katmıyor; geçmişi ve bugünü ile hep aynı kalıyordu.” Otobüste, hayatın içinde, bir kasabı izlerken, her gün yanımızdan akıp gidenlere bakarak okumak gerekir belki bu yüzden Lévi-Strauss’u. Dahası hiçbir kategorik yanılgıya kapılmadan onun “uzaktaki yakındakine ışık tutarken, yakındaki de uzaktakine ışık tutabilir” felsefesini ödünç alarak... İnadına, ısrar ve bilinçle.
Nitekim kitaptaki iki yazı özellikle bu sebeple de zihnimde döndü durdu günlerce; Dayının Dönüşü ve Hepimiz Yamyamız. Akrabalık bağlarını, bu bağların isim ve kavram olarak karşılıklarını geçmişe, ilkel toplumlara kadar deşmek bir marifet olsa bile yeterli değil. Asıl önemli olan bugünkü gerçekleri geçmişin parmak izleri ile buluşturabilmek, yorumlamak ve anlamlandırmak. Tarih, arkeoloji, sosyoloji, felsefe, politika ve edebiyat kadar aktüaliteyi aynı çizgiye çekebilmek. Dayının Dönüşü’nü okurken kalktım, anlı şanlı sözlüklerimize baktım. Lügatleri devirdim. Biyolojik bakış öne çıkmış bizde. Yalnız Kubbealtı Sözlüğü’nde ilk kez okuduğum birkaç bilgiye rastladım. Dayılık eski Türklerde Alplik gibi çok güç elde edilen bir sıfat ve şeref olduğu gibi Osmanlı zamanında Tunus ve Cezayir’de yönetici olarak bulunan beylere verilen unvanmış da.
Sözlükteki açıklamanın en çok ilgimi çeken yönü ise kelimenin kökünün belli olmadığı bilgisi oldu. Bu haliyle dayı, batıp çıkmaya, eğilip bükülmeye anlam ve yük kazanmaya çok müsait. Dahası, dayı kelimesinin bugün dilimizde kavuştuğu uzak ve yakın çağrışımları tartışmak az çözümleyici olmasa gerek. Belki de bu yüzden gerekiyor felsefe, antropoloji, bilim. Bugünü dünün uzak köklerinden izleye izleye açıklamak için. “Modası geçmiş ilkelciliğin hilafına, tarihimizde iyice teyit edilmiş toplumsal yaşam biçimlerinin örgütlenme tiplerinin, bazı durumlarda tekrar güncellik kazanabilip, zaman ve mekân içinde bize çok uzak toplumlara geriye dönük ışık tutabileceğini” unutmamak için. Dayı ve dayılanmaları sökmek için…
1989-2000 yılları arasında kaleme alınmış gazete yazılarından oluşuyor Hepimiz Yamyamız. “Her seferinde güncel bir olaydan yola çıkarak çağımızın büyük tartışma konularına varıyor” Lévi-Strauss. Geçen yıl başında, Beyazıt Camii’nde protesto gösterileri arasında sünnet edilen Noel Baba meselesini hatırladığımızda, güncel içinden geçmişe, tarihe, mitlere, dine ve politikaya doğru deşilmesinin zevkli metinlerinden birisiyle karşılaşıveriyoruz örneğin. Güncelin her yerde bir karşılığı olsa bile geçmişe ışık tutuşu ayrı. Noel Baba, Dijon Katedrali’nin çıkışında, Kilise Okullarından gelen çocukların önünde yakılıyorsa Fransa’da, uzaktaki yakın, yakındaki uzak kavramının aydınlatıcı işlevselliği anlaşılacaktır.
Yamyamlığın, kendisine uygar unvanını verenlerin yalanı olduğunu söyler Strauss. Güncelle kurduğu bağlantılar ise oldukça çarpıcıdır. Yamyamlığın der, “geçmişteki ya da halihazırdaki mevcudiyetini inkâr eden yazarlar, bu mevhumun vahşiler ve uygarlaşmışlar arasındaki uçurumu daha da büyütmek için ileri sürerler. Oysa kendi vicdanımızı rahatlatmak ve üstünlüğümüze inancımızı teyit etmek amacıyla, yanlış bir biçimde, infial yaratan örf ve inanışlar atfetmişizdir vahşilere.” Organ nakli ve onun bir tür yamyamlık olduğunu yok sayar bu kavim merkezli görüş. Çünkü yamyamlığın nesnel bir gerçekliği yoktur. Yorumdur o. Ve esas olan bağlamdır Strauss için. “Biz (Avrupalılar) mecazi dilde konuşurken, yazısız toplumlar kendilerini düzanlamla ifade ederler. Bizden farklı olmadıklarını-ya da bizim onlara ne kadar yakın olduğumuzu-teşhis etmek için, bağlamına oturtmak yeterlidir.” Düşünce, antroplojiyi de güncelleyerek çarpıcı ve güncel bağlamlarıyla yön buluyor Strauss’un yazılarında.
Devamını görmek için bkz.
Ali Akay, "Tuhaflıklara şahit olmak adına", Radikal Kitap, 28 Kasım 2014
Fransa’da yapısalcılığın “babalarından” olarak adlandırılan Claude Lévi-Strauss’un Hepimiz Yamyamız adlı kitabı Türkiye’deki okurları için oldukça eğlenceli, bilgi veren ve ünlü antropoloğun yöntemini kavrama açısından ayrıca değerli bir kitap. Okunduğunda “mitik düşünce” ile “rasyonel düşünce” arasındaki hiyerarşisiz ilişkiyi hemen görmek mümkün. Maurice Olender’in de önsözünde belirttiği gibi, İtalya’nın La Repubblica gazetesinden gelen bir teklif üzerine yazılan bu yazılar birbirlerinden bağımsız duruyor, ama bir yöntem birliğine de ışık tutuyorlar. Biraz 1950’li yılların sonundaki havayı yeniden hatırlamak, biraz da bu göstergebilimsel işaretleri takip ederek eğlenmek, tuhaflıklara şahit olmak bu okumanın içinden geçebilecek çizgiler.
On altı metinden oluşan kitapta Claude Lévi-Strauss güncel olaylardan yola çıkarak kendi refleksiyonunu ve bilgisini konuşturuyor. Metinler gazete için yazılmış olduğundan, okur metnin içine kolayca girebiliyor (Lévi-Strauss’u okumak her zaman çok kolay değil). Kimi zaman Noel Baba törenlerinin nasıl oluştuğunu anlatır, kimi zaman ise Japonya’da veya Orta Doğu’da “tersine dünya” olarak adlandırılabilecek farkları vurgular. Bir bakıma Georges Dumézil’in yöntemine yakınlaşmış olan Lévi-Strauss, okumasını, iki parçadaki karşıtlıklar üzerinden gerçekleştiriyor. Bir yanda çocukların öcü olarak korkutulduğu “Kamçılı Baba”, diğer yanda ise “Noel Baba”; bunlar hem birbirlerine zıtlar hem de birbirlerini tamamlamaktalar. Bütün mitolojik hikâyelerde gerçek, birbirlerine hem karşıt hem de tamamlayıcı iki ayrı entrika parçasından hareketle ortaya çıkartılıyor. Tıpkı Foucault’nun “Oedipus” analizinde olduğu gibi, yarımlar birbirini tamamlayarak gerçeği ortaya çıkartıyor. Anlatılan hikâyelerde bilinmeyen entrika bir bilinenle birleştiğinde birbirlerini tamamlayabiliyorlar. Veya Latin Amerikalı yerli kabilelerindeki ikizlik mitosu beyaz ile yerliyi en başından itibaren ayırmaktadır. İkizler en korkulan varlıklar olduğu için öldürülürler bazı toplumlarda; bazen ise mitolojiye göre, “demiurgos bir erkeği kurtarmış bir de kadını yaratmış” ve böylelikle de türü yaşatabilmiştir. Sanatların babası olan demiurgos ikinci bir kişilik olarak çıkar, ikinci bir demiurgos vardır ki, bu da beyazları yaratmıştır ; dolayısıyla ikilikler devam etmektedir. Foucault’nun tarihi bir vaka üzerine yaptığı ve kitaplaşan çalışmasını hatırlarsak iki cinsiyetli Alexina B.’nin hikayesi de iki cinsiyetli transgender kişinin ikizliğini aynı kişide göstermektedir.
Uslu çocukların koruyucusu
İkizlik meselesi, Noel Baba ile Kamçılı Baba arasındaki farklar zaman içinde birisinin geri atılarak diğerinin öne çıkartılmasıyla birleşiyor. Mesela, daha geçenlerde Hollanda’da 15 Kasım 2014 tarihinde, uslu çocukların koruyucusu Aziz Nikola, negatif bir kişilik olarak anılan ve Noel Baba, Aziz Nikola’nın yardımcısı olan siyahi Kamçılı Baba ile birlikte ortaya çıkıp 5 ve 6 Aralık’ta hediye dağıtacağını ilan etti. Sosyal Demokrat politikacı Eberhard van der Laan’ın izin verdiği bu korteje karşı çıkanlara devlet konseyi ret kararı verdi. Görüldüğü gibi hâlâ bu sorunların içinde yüzmeye devam etmekteyiz. Claude Lévi-Strauss söz konusu tartışmalardan “birisinin diğerinden daha az rasyonel olmadığını” yazdığında, iki ayrı düşünce biçimi arasındaki hiyerarşinin de bir yana bırakıldığını fark ediyoruz. İyi niyetli Noel Baba ile ölüme yakınlaşan ve ceza veren Kamçılı Baba iki ayrı rasyonellik içinde törenlerin giriş ayinlerini iki farklı şekilde gerçekleştirerek, çocukları zapturapta almayı başarabiliyor. Büyüklerin küçükleri düzen ve itaat içinde tutmaları için yapılan âdetler bunlar. Aslında hikâye France-Soir gazetesindeki bir haberden yola çıkmakta Kitapta, başta belirttiğimiz gibi Fransa’nın Dijon kentinde Kilise’nin önünde Kilise papazlarının çocuklara Noel Baba figürünü yaktırmasıyla başlayan kamu önündeki toplumsal tartışmaya ait olarak Claude-Lévi Strauss’un analizi, metnin okunmasıyla yavaş yavaş ilerliyor ve antropolog olayı açarak, anlatarak ele alıyor. Antropologu ilgilendiren ise bu mitin nasıl daha sonra ortaya çıkarak biçim değişikliğine uğraması ve form değiştirmesidir.
Birbirinden farklı gibi duran yaşam biçimlerinde de bu ikizlikler mevcuttur. Bir tarafta teknolojinin ilerlemesiyle yapay döllenme Batılı toplumlarda ilk yıllarda muhafazakâr çevrelerde nasıl bir sorun olarak durmaktaysa, etnologların çalışmalarında yine benzer bir şekilde kısırlık ve dölleme yollarının kabulü yani, başka bir erkekten cinsel ilişkiyle alınan spermin koca tarafından kabulü için çeşitli ritüeller ve yollar bulunduğunu öğrenmekteyiz. Kısır bir kadın ile kısır olmayan taşıyıcı konumundaki bir kadın arasında eşinden diğer kadına bir çocuk yapma da ve bunun evli kadın tarafından kabulü de hukuki durumu takip etmekteyiz. Bu tip örnekleri ancak etnologlar çözebilmekte veya örneklemekte ve bize aktarabilmektedirler. Aynı şekilde kadın sünneti ve erkek sünneti arasındaki ilişkiyi ele alırken, Claude Lévi-Strauss bize rölativizmin örneklerini etnografik olarak vermektedir. Atılı toplumlarda hukukçuların anlayamadığı meseleleri etnologların anlayıp anlatması da ilginç durmaktadır. Ve, ayrıca kadın sünnetine karşı çıkan feministler bu tip geleneksel âdetleri, etnologların araştırmalarındaki kadınların sünnetli olarak anlattıklarına ve örneklemelerine baktıklarında bu âdetlerin yaban toplumlarda nasıl çözümlenmekte olduğunu daha iyi anlayacaklar ve belki de başka yaklaşımlar önereceklerdir. Aynı makalede ise “taşıyıcı anne”, “sperm bankası” gibi modern teknolojilerin yabanlarda nasıl, hangi koşullarda zaten yaşanmış olduğunu okumak, modernliğe ve teknolojiye inanmışlar için çarpıcı kanıtlar ortaya koymakta. Veya kadın sünneti üzerine tartışmalarda süregiden yerlilerin âdetleri ve Batılı feministlerin eleştirileri arasındaki tartışmalarda bizi düşündürecek bir şekilde bütün olgular ortaya dökmekte. Modern toplumlardaki sorunları eski diye adlandırdığımız toplumlar nasıl yaşamışlar ve yaşamaktalar? Bunu anlamak her anlamda çok zihin açıcı ve ilginç.
Bu kitap “yaban dünyanın” merkezini ve etrafını görebilmek, anlamaya çalışmak ve Claude Lévi-Strauss’un yapısalcı zihniyetini görmek için en kolay okunacak kitaplardan birisi, sanırım. “Etnoloğun Mücevherleri” adlı bir bölüm var. Bu mücevher aynı zamanda kitap için de kullanılabilecek bir kelime. Elimizde mücevher bir kitap var: Entelektüel ve popüler yan yana ele alınmakta. Bu kitabın okurlarının çok keyif alacaklarını, bilgileneceklerini, bilmedikleri “acayiplikleri” göreceklerini, Batılı ve modern toplumlarla yaban toplumların kıyaslanmasını okuyarak kafalarında yeni bir düşünce alanını oluşturacaklarını sanıyorum.
Devamını görmek için bkz.
Alper Gürkan, "Bir Yamyam Var Bende Benden İçeri", Arka Kapak, Ocak 2016
İnsanın ve onu diğer türlerden ayırt edenin ne olduğuna ilişkin tanımlamalara sıkça müracaat edilmiştir tarihte. Aristoteles’in insanı düşünen hayvan diye nitelemesi bunlardan biridir. Bu tanım, ilk başta kulağı tırmalasa da insanların kendi erdemlerine sahip olmayanlara hayvan diyerek bu karşıtlığa başvurdukları da görülür. Hayvan, düşüncesizliğiyle insanın karşıtı gibi algılanır. Bir değer olarak hümanizm de özü itibariyle böylesi bir ayrıştırmanın ifadesidir: Akıl melekesiyle insan, doğal olandan koparılarak tanımlanır ve bu ilk başta insanı -diyelim hayvan karşısında yücelten bir sempati içerse de aynı zamanda doğal olana entegre ilkel insanla uygar insan arasında da bir hiyerarşi öngürüsüdür. Hiyerarşinin tepesinde “biz” vardır: Avrupa’da ilerlemeci bakış açısının oluşturduğu uygarlık söylencesi ve onun bir uzanımı olan Doğu-Batı ikiliği gibi tasnifler, tümüyle Avrupa-merkezci dünya görüşünün ifade kalıpları olarak anlamlıdır bu yüzden.
Avrupa’lı düşünürler, bu algıyı kendi değerlerinin kökünde bulunan nesnel bilimsellik üzerinden yürütürken koyu bir rasyonalizmden yola çıkmaktaydılar. Ancak Horkheimer’ın doğa sömürüsüyle insan sömürüsü arasında kurduğu diyalektik ve diğer Frankfurt Okulu teorisyenlerinin dünya savaşlarıyla sonuçlanan krizi rasyonalizm açısından eleştirmeleri, modernliğin alâmet-i farikası olan akılcılığın sonuçlarını aşikâr kıldı zamanla. Doğal olarak akılcılığın zirvesi olan Avru-Amerikan uygarlığının da Avrupa-merkezci düşüncenin de sapmasını gösterdi.
Lévi-Strauss da modern Avrupa’nın kendini dünyadan tecrit ederek yücelttiği uygarlık söylemine ilişkin şüpheleri görünür kılan düşünürlerdendir. Irk, Tarih ve Kültür’de ilkellik ve uygarlık karşıtlığının kurgusallığını ve ilerleme kavramı ekseninde kültürel farklılıkların özsel farklılıklar gibi okunmasının eleştirisini yapar. Farklı eserlerinde uygarlığın değerleriyle ötekilerin değerleri arasında sunulduğu kadar fark bulunmadığını, şekil değiştirmiş anlamların esastaki yakınlıklarını açık etmiştir. Mesela yamyamlığın özü itibariyle kendi türünden bir canlının bedeninin bir parçasını özümsemek olduğunu merkeze alarak bunun vahşilikle sıfatlandırılan ilkel insana mahsus olmadığını söyler Hepimiz Yamyamız’da. Söz konusu parçanın yenilmesi, içilmesi ya da modern dünyada yapıldığı gibi organ olarak nakledilmesi arasında özü itibariyle bir fark bulunmamaktadır: İnsan yeme olgusu olarak yamyamlık, farklı coğrafyalarda ortaya çıkmışsa da Lévi-Strauss bu işin hiç kimse tarafından zevkle yapıldığının kanıtının bulunmadığını, bilakis yemeye çok kez tiksinme ve kusmanın eşlik ettiğini yazar. Yamyamlık, farklı motivasyonlar içerebilir: Büyü ya da ruhanî bir tecrübe biçiminde dinî, şifa amaçlı bir teşebbüs olarak sağlığa ilişkin ya da doğrudan aç kalmakla ilgili olarak ölü bedenden protein temini gibi amaçlar ihtiva edebilir. Modern dünya tarafından var olduğunun 1930’larda farkına varılan Yeni Gine’de karşılaşılan kuru hastalığının, yamyamlığın engellenmesinden sonra yok olduğundan ve hastalığın muhtemelen hastalıktan ölen kişinin beynindeki bir parçayı yemek suretiyle bulaştığından söz ederken yamyamlığın uygar dünyanın anladığı gibi bir vahşilikten ileri gelmeyebileceğini söyler: “Bir organizmaya başkasının et veya kemiğinden birazının ağız ya da kan yoluyla, yutturularak ya da zerk edilerek aktarılması arasında nasıl bir özsel fark vardır?” diye sorar. Esas itibariyle farklı amaç ve biçimlerle yapılsalar da hepsi, bir insanın bedeninden alınan bir parçanın başka bir insanın bedenine bile isteye sokulmasıdır.
Lévi-Strauss yamyamlık özelinden kültürel durumun biçimsel farklılıklara rağmen özsel aynılıklarını tam olarak belirli bir biçimde tanımlamanın olanaksızlığından söz eder. Aynı toplumsallık içinde farklı kurumsal yapılarda ortaya çıkan bir olgunun esas işlevinden söz etmek mümkünse de bu söz etme sadece duruma dair bir bakış açısının taşıyıcısı olacaktır. Bunun bir anlamını din kurumu içerisinde karşılaşılan şiddet olgusu üzerinden değerlendirirsek, modern dünyanın İslâm ile özdeşleştirme eğilimi içinde olduğu terörün durumu, belirli bir merkezden yapılan yorumdan fazla ne ifade edebilir? Tıpkı yamyamlığı ilkelliğin vahşeti olarak tanımlamak gibi savaş da İslâm’ın ifade biçimi olarak görüldüğünde, Avrupa’dan bir bakış açısı yamyamlığı kendinde reddettiği gibi şiddeti de kendinde reddetme eğilimi içerisinde demektir. Oysa Lévi-Strauss’un yaklaşımıyla bakıldığında Avrupa’yı şiddetten azâde görmek ve hatta bizzat terör olgusunun orada ortaya çıkmış bir eylem biçimi ve kavram olduğuna
ilişkin bir entelektüel körlüğe düşmek söz konusudur: Yamyamlığın nesnel varlığından söz edilemeyeceğini ancak onu yasaklayan toplumlar tarafından gözlemlenen bir duruma işaret ettiğini söylemesi üzerinden dile getirilirse uygar olmayan şey, modernleşmenin kendi değerlerinin yarattığı bir merkez-taşra ikiliğinde taşranın payına düşen bir etikettir sadece. Bu etiketlemede merkezde olanın rolü, hayvanları yemek konusunda bir vejetaryenin veya domuz eti hassasiyeti içerisindeki
bir Müslüman veya Yahudi’nin diğerlerine bakışını ürettiği rolden hiçbir şekilde farklı değildir.
Uygar dünya, tarihsel ve coğrafî yoğunlaşma biçiminde modernlikle bütünleştiği ölçüde ötekini, ilkel dediğini kendinden uzakta ve yabancı olarak nitelemektedir. Böylece belirlediği değerler etrafında kendini sürekli tanımlayarak kimliğine sarılmakta hem de bu değerlere yabancı olanlar üzerinden bütünleştirici bir olumlamaya başvurmaktadır. Bunu yaparken her topluluk, grup ya da kültürel oluşum gibi Avrupalı da kendi öncelediği değerleri merkeze alarak bir yapı kurguluyor ve sonra ötekileri buna göre konumlandırıyor. Bu göreceliliği ileri götüren bir bakış açısı olarak görülebilir. Ancak Avusturalya yerlilerinin bereket için yaptıkları âyin ile modern ilaçlama sistemlerinin, amaçladıkları sonuç itibariyle aynı anlama yöneldikleri gerçeği eylemleri özde aynı kılıyor. Anlamanın anahtarı sadece bu amaçların bilinmesinde. Amaçların bilinmesiyse tanımaktan geçiyor. Hepimiz Yamyamız’da kuantum mekaniğinin sonsuz küçüklükler ölçeğinde bir parçacığın hem bir yerde, hem her yerde olabileceği, hem de hiçbir yerde olamayacağı tespitini aktararak yamyamlık yanı sıra kadın sünneti, bedenin delinerek süslenmesi gibi olguların gözlemleyenle ilişkisinin kurulması, göreliliği basite alamayacağımız uyarısını da taşır. Montaigne’in, “herkes alışık olmadığı şeye barbarlık der” sözünü hatırlatan Lévi-Strauss bu yönden tüm çalışmalarında mücerret benliklere, öznel kimliklere, bizliklere yönelik şunu hatırlatır demek mümün: Tanınmak istendiği zaman öteki; sanıldığı kadar uzak, sanıldığı kadar yabancı olmayacaktır; o bir konumdur sadece.
Devamını görmek için bkz.
Hepimiz Yamyamız-Claude Levi-Strauss-Çev-Xaldun Bayrı-2013-170s | |||
---|---|---|---|
اوخو
ائندیر
توروز حیاتدا قالماق اوچون، یاردیم ائدین |
|||
حجم: 2.42 MB | فورمات : Pdf | گؤرونتولندی : 334 | خطانی بیلدیرمک |